6 Eylül 2012 Perşembe

Evrim Teorisinin Embriyolojik Bir Dayanağı Yoktur

Bugün Türkiye'deki birtakım evrimci yayınlarda, çok önceden bilim literatüründen çıkarılmış olan "Rekapitülasyon" teorisi, bilimsel bir gerçek gibi gösterilmektedir. Rekapitülasyon terimi, evrimci biyolog Ernst Haeckel'in 19. yüzyılın sonlarında ortaya attığı "Bireyoluş Soyoluşun Tekrarıdır" (Ontogeny Recapitulates Phylogeny) teorisinin özet ifade biçimidir.
Haeckel tarafından öne sürülen bu teori, canlı embriyolarının gelişim süreçleri sırasında, sözde atalarının geçirmiş oldukları evrimsel süreci tekrarladıklarını iddia ediyordu. Örneğin insan embriyosunun, anne karnındaki gelişimi sırasında önce balık, sonra sürüngen özellikleri gösterdiğini, en son olarak da insana dönüştüğünü öne sürüyordu.
Oysa ilerleyen yıllarda bu teorinin tamamen hayal ürünü bir senaryo olduğu ortaya çıkmıştır. İnsan embriyosunun ilk dönemlerinde ortaya çıktığı iddia edilen sözde "solungaçların", gerçekte insanın orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve timüs bezlerinin başlangıcı olduğu anlaşılmıştır. Embriyonun "yumurta sarısı kesesi"ne benzetilen kısmının da gerçekte bebek için kan üreten bir kese olduğu ortaya çıkmıştır. Haeckel'in ve onu izleyenlerin "kuyruk" olarak tanımladıkları kısım ise, insanın omurga kemiğidir ve sadece bacaklardan daha önce ortaya çıktığı için "kuyruk" gibi gözükmektedir.
  • Bunlar bilim dünyasında herkesin bildiği gerçeklerdir. Evrimciler de bunu kabul ederler. Neo-Darwinizm'in kurucularından George Gaylord Simpson, "Haeckel evrimsel gelişimi yanlış bir şekilde ortaya koydu. Bugün canlıların embriyolojik gelişimlerinin geçmişlerini yansıtmadığı artık kesin olarak biliniyor" diye yazar. 171 American Scientist'te yayınlanan bir makalede ise şöyle denmektedir: "Biyogenetik yasası (Rekapitülasyon Teorisi) artık tamamen ölmüştür. 1950'li yıllarda ders kitaplarından çıkarıldı. Aslında bilimsel bir tartışma olarak 20'li yıllarda sonu gelmişti." 172
Konunun daha da ilginç bir başka yönü ise, Ernst Haeckel'in aslında ortaya attığı Rekapitülasyon teorisini desteklemek için çizim sahtekarlıkları yapan bir şarlatan olmasıdır. Haeckel, balık ve insan embriyolarını birbirine benzetebilmek için sahte çizimler yapmıştır. Bunun ortaya çıkmasından sonra yaptığı savunma ise, diğer evrimcilerin de benzeri sahtekarlıklar yaptığını belirtmekten başka bir şey değildir:
  • Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda yanyana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller bulunuyor. 173
Gerçekten de "birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki", çalışmaları önyargılı sonuçlar, çarpıtmalar ve hatta sahtekarlıklarla doludur. Çünkü kendilerini evrim teorisini savunmaya şartlandırmışlardır, ama teoriyi destekleyen tek bir bilimsel delil bile yoktur.

DİPNOTLAR

171. G. G. Simpson, W. Beck, An Introduction to Biology, New York, Harcourt Brace and World, 1965, s. 241
172. Keith S. Thompson, "Ontogeny and Phylogeny Recapitulated", American Scientist, Cilt 76, Mayıs / Haziran1988, s. 273
173. Francis Hitching, The Neck of the Giraffe: Where Darwin Went Wrong, New York: Ticknor and Fields 1982, s. 204

http://fosiller.com/index.php?option=com_content&view=article&id=811:evrim-teorisinin-embriyolojik-bir-dayanagi-yoktur&catid=39:evrim-nedir&Itemid=141

Medya: Evrim Teorisinin Hayat Sahası

Şimdiye kadar incelediklerimizin bize gösterdiği gibi, evrim teorisinin hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Ama dünyanın dört bir yanında insanların çoğu bu gerçekten habersizdirler ve evrimi bilimsel bir gerçek sanırlar. Bu yanılgının en büyük nedeni, bazı medya organlarının evrim konusunda yaptığı sistemli telkin ve propagandadır. Bu nedenle, söz konusu telkin ve propagandaların özelliklerine de değinmek gerekmektedir.
Bugün Batı medyasına dikkatli bir gözle bakıldığında, sık sık evrim teorisini konu edinen haberlere rastlamak mümkündür. Büyük medya kuruluşları, ünlü ve sözde "saygın" dergiler, periyodik bir biçimde bu teoriyi gündeme getirirler. Kullandıkları üsluba bakıldığında ise, bu teorinin, tartışmaya yer bırakmayacak bir biçimde ispatlanmış bir gerçek olduğu izlenimi uyanır.
Bu haberleri okuyan sıradan insanlar ise, doğal olarak, evrim teorisinin bilinen herhangi bir matematik kanunu kadar kesin bir gerçek olduğu yanılgısına kapılabilirler. Bu tür medya devlerinin yaptıkları söz konusu haberler, hemen ülkemizdeki büyük gazeteler tarafından da topluma aktarılır. Kullanılan üslup klasiktir: "Time'ın haberine göre, evrim zincirindeki boşluğu tamamlayan çok önemli bir fosil bulundu", ya da "Nature'ın haberine göre, bilim adamları evrimin açıkta kalan son noktalarını da aydınlattılar" gibi cümleler büyük puntolarla basılır. Oysa ortada ispatlanmış olan hiçbir şey yoktur ki, "evrim zincirinin son eksik halkası" bulunmuş olsun. Delil olarak öne sürülenlerin tümü, önceki bölümlerde sözünü ettiğimiz türden sahte delillerdir.

Medyanın yanısıra, bilimsel kaynaklara, ansiklopedilere, biyoloji kitaplarına bakıldığında da aynı tabloyla karşılaşmak mümkündür.

Kısacası, materyalist güç merkezlerinin denetiminde olan medya ve akademik kaynaklar tamamen evrimci bir bakış açısını korumakta ve bunu topluma telkin etmektedir. Bu telkin öyle etkilidir ki, zamanla evrim teorisini bir tabuya dönüştürmüştür: Evrimi inkar etmek, bilimle çelişmek, somut gerçekleri gözardı etmek olarak sunulur. Bu nedenle de, özellikle 1950'lerden bu yana evrimin onca açığının ortaya çıkması ve bunların evrimci bilim adamları tarafından itiraf edilmesine rağmen, bugün dahi -yerli veya yabancı- bilim çevreleri ile basın organlarında evrimi eleştiren herhangi bir düşünce bulmak neredeyse imkansızdır.

Eski bir evrimci olan, ancak Hindistan kuşları üzerinde yaptığı detaylı araştırmalar sonucunda türlerin değişemeyeceklerine karar veren Douglas Dewar, evrim teorisi ile medya arasındaki bu önemli ilişkiyi şöyle vurgular:

  • Evrimcilerin basını ele geçirmelerinin önemini pek az insan kavramıştır. Bugün pek az dergide evrim teorisini reddeden makale çıkar. Hatta dini dergilerin bile birçokları, insanın hayvan soyundan geldiğini kabul eden modernistlerin elindedir... Genel konuşursak bütün gazetelerin yazı işleri müdürleri, evrimi ispat edilmiş bir olgu olarak bilmekte ve teoriye karşı çıkan herkesi de cehalet ve delilikle suçlamaktadırlar. Hemen hepsi evrimciler tarafından çıkarılan dergiler ise evrim kavramına en küçük bir gölge düşürecek bir yazıyı bile yayınlamak istememektedirler... Yayınevleri, yürürlükte olan bir teoriye karşı çıkıp da üzerine hücumlar toplayacak veya rağbet görmeyecek bir kitabı basmazlar. Hatta basım masrafları yazara bile ait olsa, kitabevinin itibar kaybedeceğini düşünürler. Böylece halk, meseleyi tek yönlü olarak öğrenir. Normal bir insan, evrim teorisini, yerçekimi kanunu gibi ispat edilmiş bir gerçek olarak bilmektedir.

Batı'da biyoloji ve doğa konusunda en "saygın" yayın organları olarak kabul edilen Scientific American, Nature, Focus, Discover, Science, National Geographic gibi dergiler evrim teorisini bir tür resmi ideoloji olarak benimsemekte ve bu teoriyi ispatlanmış bir gerçek gibi kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.

Türkiye'de ise bu misyon başta Bilim Teknik, Focus gibi "bilimsel" yayınlar olmak üzere, belli başlı bütün basın-yayın organları tarafından aynen kabul edilmiştir ve bunlar tarafından topluma evrim teorisinin bilinçli bir propagandası yapılmaktadır. Özellikle Milliyet, Hürriyet, Sabah, Cumhuriyet gibi gazetelerde ve bunların "yan ürün"lerinde düzenli olarak evrim propagandası yapılır.

Bu medya ekolleri, gazetelerde yayınladıkları evrimci haber ve yorumların yanısıra, verdikleri "kültür hizmetleri"nde de bu büyük misyonu korumaya çalışırlar. Promosyon olarak verdikleri ya da sahip oldukları yayınevlerinde basılan kitaplara bakıldığında açık bir evrim propagandası ve ona paralel bir din düşmanlığına rastlamak mümkündür.

Örneğin Milliyet Yayınları'nın 1996 yılında yayınladığı Darwin: Yeni Başlayanlar İçin isimli kitap Darwin'e yapılan övgüler ve dine karşı hakaretlerle doludur. Kitap, gençlere evrim teorisini ispatlı bir gerçek gibi empoze etmekte, evrime karşı çıkanları ise cahillik ve akılsızlıkla suçlamaktadır. İşte kitaptan bazı satırlar:

  • Charles Darwin, 30 yaşında türlerin gelişimini açıklamayı başarmıştı. Rastgele değişimle yaşam için mücadele kuramlarını birleştirerek, türlerin gelişiminde Tanrı'nın rolünü devre dışı bırakmıştı...1859'da kuramın işleyişi hala şüpheli olmasına karşın, büyük ölçüde kabul görmüştü. Doğal olarak karşı çıkanlar da vardı. Bilimsel açıdan cahil olanlar kitabı anlayamadılar... Diğer din adamları ise Darwin'in Avrupa'daki en tehlikeli kişi olduğu dedikodusunu yaymakla yetindiler. Karşı çıkanlar aptal din adamlarıyla sınırlı değildi. Geleneksel Yaratılış'a inanan bilim adamları kuramı kabul edemiyorlardı.

Yerli medyanın evrimci temsilcileri din aleyhtarı oldukları kadar cahildirler de çoğu zaman. Propagandasını ısrarla yaptıkları evrim hakkında aslında pek bir şey bilmezler. Bu nedenle kimi zaman oldukça komik durumlara düşebilmektedirler. 28 Mart 1985 tarihli Cumhuriyet'te yayınlanan "Dinçerler 25 Bin Yıllık Fosilleri de Reddediyor" başlıklı haber bu durumun iyi bir örneğidir. Evrimin en gözü kapalı savunucularından biri olan Cumhuriyet Gazetesi, bu haberinde şöyle yazmıştır: "Milli Eğitim Bakanlığı'nın bilimsel sahtekarlık olarak nitelediği Java, Pekin, Piltdown ve Nebraska adamları olarak adlandırılan fosiller, modern antropolojinin insan evrimiyle ilgili olarak bulduğu en önemli kanıtlar sayılıyor."

Oysa, önceki sayfalarda incelediğimiz gibi, bu fosillerden ikisinin, yani Piltdown ve Nebraska adamlarının birer sahtekarlık oldukları evrimciler tarafından da kabul edilen bir gerçektir. Piltdown adamı denen fosilin bir insan kafatasına maymun çenesi eklenerek üretilmiş bir sahtekarlık olduğu 1950'li yıllarda anlaşılmıştır. Ama Cumhuriyet, haberinden 30 yıl önce anlaşılan bu gerçekten habersizdir!

Evrim Teorisi İlk Aşamada Çökmüştür

Evrim teorisi daha temelinden çökmüş bir teoridir. Çünkü evrimciler henüz canlılık için gerekli olan tek bir proteinin bile oluşumunu açıklayamamaktadırlar. Olasılık hesapları, fizik ve kimya formülleri yaşamın rastlantılarla doğmasını imkansız kılmaktadır.
Daha ortada tesadüfen meydana gelebilecek tek bir protein yokken, bu proteinlerin milyonlarcasının tesadüflerle bir düzen içinde birleşerek canlı hücresini oluşturmaları, bu hücrelerin yine tesadüflerle trilyonlarcasının oluşup biraraya gelerek canlıları, bu canlıların balıkları, balıkların karaya çıkarak sürüngenleri, kuşları ve memelileri oluşturmaları ve böylece yeryüzündeki milyonlarca farklı türün meydana gelmesi sizce makul ve mantıklı bir iddia mıdır?
 Sizce olmasa bile, evrimciler böyle bir masala gerçekten inanmaktadırlar.
Ancak bu yalnızca batıl bir inançtan ibarettir. Çünkü ortada bu hikayelerini doğrulayacak tek bir kanıtları dahi yoktur. Ne yarı balık-yarı sürüngen, yarı sürüngen-yarı kuş gibi ara formları bulabilmişler, ne de son derece gelişmiş laboratuvarlarda bir proteinin, hatta proteinin yapısındaki tek bir amino asit molekülünün dahi ilkel dünya adını verdikleri şartlarda oluşabileceğini ispatlayabilmişlerdir. Tam tersine, evrimciler bütün bu çabalarıyla, evrim gibi bir sürecin yeryüzünün hiçbir döneminde yaşanmadığını ve yaşanamayacağını bizzat kendi elleriyle ortaya koymuşlardır.

Evrim Teorisi Gelecekte de Doğrulanamaz

Bu durum karşısında evrimci bilim adamlarının tek avuntuları bilimin zamanla bu açmazların cevabını vereceği hayalidir. Oysa bilimin, milyonlarca sene geçse de bütünüyle mantıksız ve temelsiz bir iddiayı kanıtlaması söz konusu olamaz. Aksine, gelişen bilim böyle bir iddianın gerçek dışılığını, giderek daha net ve açık bir şekilde ortaya koyar.
Nitekim bugüne kadar da böyle olmuştur: Örneğin canlı hücresinin yapısının ve fonksiyonlarının detayları keşfedildikçe, hücrenin, Darwin zamanındaki ilkel bilim düzeyinde sanıldığı gibi, rastlantılar sonucu oluşabilecek kadar basit bir yapı olmadığı çok daha kesinlik kazanmıştır.
Durum bu kadar açıkken, yaratılış gerçeğini inkar edip, hayatın kökenini hiçbir mantığı olmayan rastlantılara dayandırmak ve bunu ısrarla savunmak, insanı ileride çok küçük düşeceği durumlara sokabilir. Evrim teorisinin içyüzü, her geçen gün daha çok su yüzüne çıktıkça, kamuoyu bu gerçekleri gördükçe, evrimin gözü kapalı fanatik savunucuları, çok değil birkaç sene içinde insan içine çıkamayacak bir konuma geleceklerdir.

Homo sapiens'in Gizli Tarihi

Tüm bu incelediklerimizin yanında, hayali evrim soy ağacını temelinden yıkan en önemli ve şaşırtıcı gerçek ise, Homo sapiens'in, yani günümüz insanının tarihinin hiç umulmadık kadar geriye gitmesidir. Paleontolojik bulgular, bundan neredeyse bir milyon yıl öncesinde, bize tıpatıp benzeyen Homo sapiens insanlarının yaşadıklarını göstermektedir.
  • Bu konudaki ilk bulgular, ünlü evrimci paleoantropolog Louis Leakey'e aitti. Leakey, 1932 yılında Kenya'da Victoria gölü yakınlarındaki Kanjera bölgesinde anatomik olarak günümüz insanından farkı olmayan, Orta Pleistosen devrine ait birkaç tane fosil buldu. Ancak Orta Pleistosen devri, bundan bir milyon yıl öncesi demekti. 173
Bu bulgular evrim soy ağacını tepetaklak ettiği için diğer bazı evrimci paleoantropologlar tarafından reddedildi. Ama Leakey, hesaplarının doğru olduğunu her zaman için savundu.
Bu tartışma unutulmaya başlamıştı ki, 1995 yılında İspanya'da bulunan bir fosil, Homo sapiens'in tarihinin sanıldığından çok daha eski olduğunu çok çarpıcı bir biçimde ortaya çıkardı. Söz konusu fosil, Madrid Üniversitesi'nden üç İspanyol paleoantropolog tarafından İspanya'daki Atapuerca adı verilen bölgedeki Gran Dolina mağarasında bulundu. Fosil, günümüz insanıyla tamamen aynı görünüme sahip 11 yaşındaki bir çocuğa ait bir insan yüzü parçasıydı. Ancak çocuk öleli tam 800 bin yıl olmuştu. Discover dergisi, Aralık 1997 sayısında, konuya geniş yer verdi.

Bu fosil, Gran Dolina araştırma ekibinin başı Arsuaga Ferreras'ın bile insanın evrimi hakkındaki inançlarını sarsmıştı. Ferreras, şöyle diyordu:

  • Büyük, geniş, şişkin, yani anlayacağınız ilkel bir şeyle karşılaşmayı umuyorduk. 800.000 yıl yaşındaki bir çocuktan beklentimiz, Turkana Çocuğu gibi bir şey olmasıydı. Ama bizim bulduğumuz bütünüyle modern bir yüzdü... Bunlar sizi sarsan türden şeyler: Fosil bulmak değil, tamam fosil bulmak da beklenmedik ve güzel bir olay. Fakat, en etkileyici olanı bugüne ait olduğunu düşündüğünüz birşeyi geçmişte bulmanız. Bu bir anlamda, Gran Dolina'da kasetçalar bulmak gibi birşey. Böyle birşey çok şaşırtıcı olurdu elbette. Alt Pleistosen tabakalarında teypler, kasetler bulmayı beklemiyoruz, ancak 800 bin yıllık "modern" bir yüz bulmak da bunun gibi bir şey. Onu gördüğümüzde çok şaşırmıştık. 174

Bu fosil, Homo sapiens'in tarihinin 800 bin yıl kadar geriye götürülmesi gerektiğine işaret ediyordu. Ama fosili bulan evrimciler, ilk şoku atlattıktan sonra, bu fosilin başka bir türe ait olduğuna karar verdiler. Çünkü evrim soy ağacına göre 800 bin yıl önce Homo sapiens'in yaşamamış olması gerekiyordu. Bu yüzden Homo antecessor adlı hayali bir tür oluşturdular ve Atapuerca kafatasını bu sıralamaya dahil ettiler. 
173- L. S. B. Leakey, The Origin of Homo sapiens, ed. F. Borde, Paris: UNESCO, 1972, s. 25-29; L. S. B. Leakey, By the Evidence, New York: Harcourt Brace Jovanovich, 1974.
174- "Is This The Face of Our Past", Discover, Aralık 1997, s. 97-100

İnsanın Evrimi Soy Ağacının Çöküşü

Şimdiye kadar incelediklerimiz bize açık bir tablo oluşturdu: "İnsanın evrimi" senaryosu tümüyle hayali bir kurgudur. Çünkü böyle bir soy ağacının var olması için, maymunlardan insanlara aşamalı bir evrim yaşanmış ve bunun fosillerinin bulunmuş olması gerekir. Oysa maymunlarla insanlar arasında açık bir uçurum vardır. İskelet yapıları, kafatası hacimleri, dik ya da eğik yürüme kriterleri gibi özellikler, insan ile maymunun arasını açıkça ayırmaktadır. (En son olarak 1994 yılında iç kulaktaki denge kanalları üzerinde yapılan incelemelerin de Australopithecus ve Homo habilis'i maymun sınıfına, Homo erectus'u ise insan sınıfına ayırdığına değinmiştik.)
Bu farklı türler arasında bir soy ağacı olamayacağını gösteren çok önemli bir başka bulgu ise, birbirlerinin atası olarak gösterilen türlerin aynı anda ve birarada yaşamış olmalarıdır! Eğer evrimcilerin iddia ettiği gibi Australopithecus zamanla Homo habilis'e, onlar da zamanla Homo erectus'a dönüşmüş olsalardı, bu türlerin yaşadıkları dönemlerin de birbirini izlemesi gerekirdi. Oysa aksine, böyle bir kronolojik sıralama yoktur.
  Evrimcilerin kendi hesaplamalarına göre, Australopithecus 4 milyon yıl öncesinden 1 milyon yıl öncesine kadar yaşamıştır. Homo habilis olarak sınıflandırılan canlıların ise 1,7-1,9 milyon yıl öncesinde yaşadıkları hesaplanmaktadır. Homo habilis'ten daha "ileri" olduğu söylenen Homo rudolfensis için biçilen yaş ise, 2.5-2.8 milyon yıl kadar eskidir! Yani Homo rudolfensis, "atası" olması gereken Homo habilis'ten neredeyse 1 milyon yıl daha yaşlıdır. Öte yandan Homo erectus'un yaşı 1.6-1.8 milyon yıl kadar geri gitmektedir. Yani Homo erectus örnekleri de, sözde ataları olan Homo habilis sınıflamasıyla yaklaşık aynı zaman diliminde ortaya çıkmışlardır.
  • Alan Walker, "Doğu Afrika'da Australopithecus bireyleri ile Homo habilis ve Homo erectus türlerinin aynı anda yaşadıklarına dair kesin deliller vardır" diyerek bu gerçeği doğrular. 168
  • Louis Leakey, Olduvai Gorge bölgesindeki Bed II katmanında Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus fosillerini neredeyse yanyana bulmuştur. 169
Elbette böyle bir soy ağacı olamaz. Harvard Üniversitesi paleontologlarından Stephen Jay Gould, kendisi de evrim teorisini benimsemesine karşın, Darwinist teorinin içine girdiği bu çıkmazı şöyle açıklar:
  • Eğer birbiri ile paralel bir biçimde yaşayan üç farklı hominid (insanımsı) çizgisi varsa, o halde bizim soy ağacımıza ne oldu? Açıktır ki bunların biri diğerinden gelmiş olamaz. Dahası, biri diğeriyle karşılaştırıldığında evrimsel bir gelişme trendi göstermemektedirler. 170
  • Homo erectus'tan Homo sapiens'e doğru ilerlediğimizde de yine ortada bir soy ağacı olmadığını görürüz. Homo erectus'un ve Homo sapiens archaic'in günümüzden 27.000 yıl öncesine, hatta 10.000 yıl öncesine kadar yaşamlarını sürdürmüş olduklarını gösteren bulgular vardır. Avustralya'da Kow Bataklığı'nda 13 bin yıllık Homo erectus kafatasları bulunmuştur. 171
  • Bu konuda ortaya çıkan en şaşırtıcı bulgulardan biri de, 1996 yılında Java'da bulunan 30 bin yıllık Homo erectus, Neandertal ve Homo sapiens fosilleridir. The New York Times gazetesi bu fosiller hakkında kapaktan verdiği haberinde "bir kaç onyıl öncesine kadar, bilim adamları insanın gelişimini, bir türden bir diğerine doğru giden doğrusal bir çizgi olarak görüyorlardı. Ve iki türün aynı dönemde ya da bölgede birlikte bulunmasının imkansız olduğu düşünülüyordu" diye yazmıştır. 172
Söz konusu bulgu, insanın kökeni hakkında ortaya atılan "evrim ağacı"nın tutarsızlığını bir kez daha sergilemektedir.
168- Alan Walker, Science, cilt 207, 1980, s. 1103
169- A. J. Kelso, Physical Antropology, 1st ed., New York: J. B. Lipincott Co., 1970, s. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, cilt 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272
170- S. J. Gould, Natural History, cilt 85, 1976, s. 30
171- Time, Kasım 1996
172- The New York Times, 13 Aralık, 1996

Archaic Homo sapiens, Homo heidelbergensis ve Cro-Magnon

Homo sapiens archaic, hayali evrim şemasının günümüz insanından bir önceki basamağını oluşturur. Aslında bu insanlar hakkında evrimciler açısından söylenecek bir şey yoktur, zira bunlar günümüz insanından ancak çok küçük farklılıklarla ayrılırlar. Hatta bazı araştırmacılar, bu ırkın temsilcilerinin günümüzde hala yaşamakta olduklarını söyleyerek Avustralyalı Aborijin yerlilerini örnek gösterirler. Aborijin yerlileri de aynı bu ırk gibi kalın kaş çıkıntılarına, içeri doğru eğik bir çene yapısına ve biraz daha küçük bir beyin hacmine sahiptirler. Ayrıca çok yakın bir geçmişte Macaristan'da ve İtalya'nın bazı köylerinde bu insanların yaşamış olduklarına dair çok ciddi bulgular ele geçirilmiştir.
Evrimci literatürde Homo heilderbergensis olarak tanımlanan sınıflandırma ise, aslında Homo sapiens archaic'le aynı şeydir. Aynı insan ırkını tanımlamak için bu iki ayrı kavramın da kullanılmasının nedeni, evrimciler arasındaki görüş farklılıklarıdır. Homo heilderbergensis sınıflamasına dahil edilen tüm fosiller ise, anatomik olarak günümüz Avrupalı'larına çok benzeyen insanların günümüzden 500 bin, hatta 740 bin yıl önce İngiltere'de ve İspanya'da yaşadıklarını göstermektedir.
 Cro-magnon sınıflaması ise, 30.000 yıl önceye kadar yaşadığı tahmin edilen bir ırktır. Kubbe şeklinde bir kafatasına, geniş bir alına sahiptir. 1600 cc.'lik kafatası hacmi, günümüz insanının ortalamasından fazladır. Kafatasında kalın kaş çıkıntıları vardır ve arka kısımda, Neandertal adamının ve Homo erectus'un karakteristik özelliği olan kemiksi çıkıntı bulunmaktadır.
Avrupalı bir ırk olarak kabul edilmesine karşın, Cro-magnon kafatasının yapısı ve hacmi, günümüzde Afrika ve tropik iklimlerde yaşayan bazı ırklara fazlasıyla benzemektedir. Bu benzerliğe dayanarak, Cro-magnon'un Afrika kökenli eski bir ırk olduğu tahmin edilir. Diğer bazı paleoantropolojik bulgular, Cro-magnon ve Neandertal ırklarının birbirleri ile kaynaşarak, günümüzdeki bazı ırklara temel oluşturduklarını göstermektedir. Dahası günümüzde Cro-magnon ırkına benzer etnik grupların Afrika kıtasının farklı bölgelerinde ve Fransa'nın Salute ve Dordonya bölgelerinde hala yaşadığı kabul edilmektedir. Polonya ve Macaristan'da da aynı özelliklere sahip insanlara rastlanmıştır.
Sonuç itibariyle, bu insanların hiçbiri "ilkel tür"ler değildir. Tarih içinde yaşamış veya diğer ırklara karışıp asimile olarak ya da soyları tükenip yok olarak tarih sahnesinden çekilmiş farklı insan ırklarıdır.

Neandertaller, Anatomileri ve Kültürleri

Neandertaller (Homo neanderthalensis) bundan 100 bin yıl önce Avrupa'da aniden ortaya çıkmış ve yaklaşık 35 bin yıl önce de yine hızlı ve sessiz bir biçimde yok olmuş -ya da diğer ırklarla karışarak asimile olmuş- insanlardır. Günümüz insanından tek farkları, iskeletlerinin biraz daha güçlü ve kafatası ortalamalarının biraz daha yüksek olmasıdır.
Neandertaller bir insan ırkıdır ve bugün artık bu gerçek hemen herkes tarafından kabul edilmektedir. Bazı evrimci paleoantropologlar bu insanları çok uzun zaman "ilkel bir tür" olarak kabul etmiş, ama bulgular Neandertal insanının bugün sokakta yürüyen herhangi bir "yapılı" insandan daha farklı olmadığını göstermiştir. Bu konuda önde gelen bir otorite sayılan New Mexico Üniversitesi'nden paleoantropolog Erik Trinkaus şöyle yazar:
  •   Neandertal kalıntıları ve günümüz insanı kemikleri arasında yapılan ayrıntılı karşılaştırmalar göstermektedir ki, Neandertaller'in anatomisinde, ya da hareket, alet kullanımı, zeka seviyesi veya konuşma kabiliyeti gibi özelliklerinde günümüz insanlarından aşağı sayılabilecek hiçbir şey yoktur. 162
  •  Bu nedenle günümüzde birçok araştırmacı, Neandertal insanını günümüz insanının bir alt türü olarak tanımlayarak Homo sapiens neandertalensis demektedir.
  • Öte yandan fosil bulguları, Neandertallerin ileri bir kültüre de sahip olduklarını göstermektedir. Bunun en ilginç örneklerinden biri, Neandertal insanları tarafından yapılmış olan fosilleşmiş bir flüttür. Bir ayının uyluk kemiğinden yapılmış olan söz konusu flüt, arkeolog Ivan Turk tarafından 1995 Temmuz'unda Kuzey Yugoslavya'daki bir mağarada bulunmuştur. Daha sonra da bir müzikolog olan Bob Fink, flütü analiz etmiştir. Fink, karbon testine göre yaşının 43.000 ile 67.000 yıl arasında olduğu düşünülen bu aletin, 4 nota çıkardığını, ve flütte yarım tonlar ve tam tonların da olduğunu tespit etmiştir. Bu keşif, neandertallerin Batı müziğinin temel formu olan yedi nota ölçüsünü kullandıklarını göstermektedir. Flütü inceleyen Fink, "eski flütün üzerindeki ikinci ve üçüncü delikler arasındaki mesafenin, üçüncü ve dördüncü delikler arasındaki mesafenin iki katı" olduğunu belirtmektedir. Bunun anlamı birinci mesafenin tam notayı, ona komşu olan mesafenin de yarım notayı temsil ettiğidir. "Bu üç nota inkar edilemez bir şekilde diatonik bir ölçekteki gibi ses çıkarır" diyen Fink, Neandertallerin müzik kulağı ve bilgisi olan insanlar olduğunu belirtmektedir. 163
  • Diğer bazı fosil bulguları, Neandertallerin ölülerini gömdüklerini, hastalarına baktıklarını, kolye ve benzeri takı eşyaları kullandıklarını göstermektedir. 164
  • Öte yandan fosil kazıları sırasında Neandertal insanları tarafından kullanıldığı tespit edilen 25 bin yıllık bir dikiş iğnesi de bulunmuştur. Kemikten yapılmış olan bu iğne son derece düzgündür ve iplik geçirilmesi için açılmış bir deliğe sahiptir. 165
Elbette dikiş iğnesine ihtiyaç duyacak bir giyim-kuşam kültürüne sahip olan insanlar "'ilkel" sayılamazlar.
  •  Neandertallerin alet yapma yetenekleri hakkında yapılan en iyi araştırma New Mexico Üniversitesi'nde antropoloji ve arkeoloji profesörü olan Steven L. Kuhn ve Mary C. Stiner'a aittir. İki bilim adamı da evrim teorisini savunmalarına rağmen, yaptıkları arkeolojik araştırmalar ve analizler sonucu, İtalya'nın güneybatı sahilindeki mağaralarda binlerce yıl yaşamış olan Neandertallerin, günümüz insanı gibi kompleks bir düşünce yapısı gerektiren faaliyetlerde bulunduklarını ortaya koymuşlardır. 166
Kuhn ve Stiner bu mağaralarda çeşitli aletler bulmuşlardır. Buluntular, mızrak uçları da dahil olmak üzere kesici türden sivri uçludur ve dikkatli bir şekilde çakmaktaşının kenarlarındaki katmanların yontulmasıyla yapılmıştır. Böyle sivri uçlar meydana getirecek şekilde katmanları yontmak, kuşkusuz zeka ve beceri gerektiren bir işlemdir. Bu işlemdeki en önemli problemlerden biri kayaların ucundaki baskılar sonucu meydana gelen kırılmalardır. Bu yüzden işlemi yapan kişi, bir dahaki sefere uçları doğru muhafaza edebilmek için "ne kadar vurmalıyım" ya da eğri bir alet yapıyorsa "ne kadar eğriltmem gerekir" diye karar vermek ve kendi kendine ince bir hesap yapmak durumundadır.
California Üniversitesi'nden Margaret Conkey neandertallerden önceki dönemlere ait olan aletlerin dahi ne yaptığının bilincinde olan zeki topluluklar tarafından yapıldığını şöyle anlatmaktadır:
  • Arkaik insanların elleriyle yaptıkları nesnelere bakacak olursanız, hiç de acemi işi şeyler olmadıklarını görürsünüz. Arkaik insanlar kullandıkları malzemenin nasıl bir şey olduğunu ve nasıl bir dünyada yaşadıklarının bilincindedirler. 167
Kısacası, bilimsel bulgular, Neandertallerin zeka ve kültür düzeyi yönünden bizlerden farkı olmayan bir insan ırkı olduğunu göstermektedir. Bu ırk, diğer ırklarla karışıp asimile olarak ya da bilinmeyen bir şekilde tükenerek tarih sahnesinden çekilmiştir. Ama hiçbir şekilde "ilkel", "yarı maymun" vs. değildir. 
162 Erik Trinkaus, "Hard Times Among the Neanderthals", Natural History, cilt 87, Aralık 1978, s. 10; R. L. Holloway, "The Neanderthal Brain: What Was Primitive", American Journal of Physical Anthropology Supplement, cilt 12, 1991, s. 94.

163 The AAAS Science News Service, Neandertals Lived Harmoniously, 3 Nisan 1997
164 Ralph Solecki, Shanidar: The First Flower People, Knopf: New York, 1971,s.196; Paul G. Bahn and Jean Vertut, Images in the Ice, Leichester: Windward, 1988, s.72
165 D. Johanson, B. Edgar, From Lucy to Language, s. 99, 107

166 S. L. Kuhn, 'Subsistence, Technology, and Adaptive Variation in Middle Paleolithic Italy, American Anthropologist, cilt 94, no 2, 1992, s. 309-310

167 Roger Lewin, Modern İnsanın Kökeni, Tübitak Popüler Bilim Kitapları: Ankara, 1997, s. 169

Homo habilis

Australopithecus'un iskelet ve kafatası yapılarının şempanzelerden neredeyse farksız oluşu ve canlıların dik yürüdükleri iddiasının da sağlam kanıtlarla çürütülmesi, evrimci paleoantropologları oldukça zor durumda bırakmıştır. Çünkü hayali evrim şemasında Australopithecus'dan sonra Homo erectus gelir. Homo erectus, isminin başındaki "homo" yani "insan" teriminden de anlaşıldığı gibi bir insan grubudur ve iskeleti de tamamen diktir. Kafatası hacmi Australopithecus'un iki katı kadardır. Şempanze benzeri bir maymun türü Australopithecus'dan, günümüz insanından farksız bir iskelete sahip olan Homo erectus'a geçmek ise, evrimci teoriye göre bile mümkün değildir. Dolayısıyla "bağlantı"lar, yani "ara form"lar gerekir. İşte Homo habilis kavramı, bu zorunluluktan doğmuştur. 
Homo habilis sınıflandırması 1960'lı yıllarda ailece "fosil avcısı" olan Leakey'ler tarafından ortaya atıldı. Leakey'lere göre, Homo habilis olarak sınıflandırdıkları bu yeni tür canlı, dik yürüme yeteneğine, göreceli olarak büyük bir beyin hacmine, taştan ve tahtadan alet kullanma yeteneğine sahipti. Bu sebeple insanın atası olabilirdi.
Oysa 80'li yılların ortalarından sonra bulunan aynı türe ait yeni fosiller, bu görüşü tamamen değiştirecekti. Yeni bulunan fosillere dayanan Bernard Wood ve Loring Brace gibi araştırmacılar, bunların, "alet kullanabilen insan" anlamına gelen Homo habilis yerine, "alet kullanabilen Güney Afrika maymunu" anlamına gelen Australopithecus habilis olarak sınıflandırılması gerektiğini söylediler. Çünkü Homo habilis, Australopithecus ismi verilen maymunlarla birçok ortak özellikler taşıyordu. Aynı Australopithecus gibi uzun kollu, kısa bacaklı ve maymunsu bir iskelet yapısına sahipti. El ve ayak parmakları tırmanmaya uyumluydu. Çene yapıları tamamen günümüz maymunlarınınkine benziyordu. 630 cc.'lik beyin hacimleri de bunların birer maymun olduklarının bir göstergesiydi. Kısacası bazı evrimciler tarafından bir ara form olarak gösterilen Homo habilis, gerçekte tüm diğer Australopithecuslar gibi soyu tükenmiş bir maymundu.

İlerleyen yıllarda yapılan araştırmalar, Homo habilis'in gerçekten de Australopithecus'tan farklı bir canlı olmadığını ortaya koydu. 1984 yılında Tim White tarafından bulunan ve OH62 ismi verilen iskelet ve kafatası fosili, bu türün günümüz maymunlarınınki gibi küçük beyin hacmine, dallara tırmanmaya yarayan uzun kollara ve kısa bacaklara sahip olduğunu gösterdi.

Amerikalı antropolog Holly Smith'in 1994 yılında yaptığı detaylı analizler de yine Homo habilis'in aslında "homo" yani insan değil, maymun olduğunu gösterdi. Smith, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve Homo neandertalensis türlerinin dişleri üzerinde yaptığı analizler hakkında şöyle diyordu:

  • Dişlerin gelişimi ve yapısı kriterine dayanarak yaptığımız analizler, Australopithecus ve Homo habilis türlerinin Afrika maymunlarıyla aynı kategoride olduklarını, ancak Homo erectus ve Neandertal türlerinin günümüz insanlarıyla aynı yapıya sahip olduğunu göstermektedir. 152

Aynı yıl Fred Spoor, Bernard Wood ve Frans Zonneveld adlı üç anatomi uzmanı, az önce de belirttiğimiz gibi, çok farklı bir yöntemle yine aynı sonuca ulaştılar. Bu yöntem, insan ve maymunların iç kulaklarında yer alan ve denge sağlamaya yarayan yarı-çembersel kanalların karşılaştırmalı analizine dayanıyordu. Spoor, Wood ve Zonneveld'in, inceledikleri tüm Australopithecus ve dahası Homo habilis örneklerinin iç kulak kanalları günümüz maymunlarınkilerle aynıydı. Homo erectus'un iç kulak kanalları ise, aynı günümüz insanlarındaki gibiydi. 153

Bu bulgu çok önemli iki sonucu göstermektedir:

(1) Homo habilis adıyla anılan fosiller, gerçekte "homo" yani insan sınıflamalarına değil, Australopithecus (maymun) sınıflamalarına dahildir.

(2) Hem Homo habilis hem de Australopithecus türleri, eğik yürüyen, yani maymun iskeletine sahip canlılardır. İnsanlarla ilgileri yoktur.

Australopithecus ve Homo habilis sınıflamalarına dahil edilen maymunların dik yürüdükleri yönündeki iddia, Fred Spoor'un yönetiminde yapılan iç kulak analizleri tarafından yalanlanmıştır. Spoor ve ekibi, iç kulaktaki denge merkezlerini karşılaştırarak yaptıkları incelemelerde, her iki sınıflamanın da günümüz maymunlarına benzer bir hareket biçimine sahip olduğunu göstermiştir.
152 Holly Smith, American Journal of Physical Antropology, cilt 94, 1994, s. 307-325
153 Fred Spoor, Bernard Wood, Frans Zonneveld, "Implication of Early Hominid Labryntine Morphology for Evolution of Human Bipedal Locomotion", Nature, cilt 369, 23 Haziran 1994, s. 645-648

Homo rudolfensis Hakkındaki Yanılgı

Homo rudolfensis terimi, 1972 yılında bulunan birkaç fosil parçasına verilen isimdir. Söz konusu fosil parçaları Kenya'daki Rudolf nehri civarında bulunduğu için, bu fosilin temsil ettiği varsayılan türe de Homo rudolfensis adı verilmiştir. Çoğu paleoantropolog ise bu fosillerin aslında ayrı bir türe ait olmadığını, Homo rudolfensis denen canlının da aslında bir Homo habilis, yani bir maymun türü olduğunu kabul etmektedir.
Fosilleri bulan Richard Leakey, 2.8 milyon yıl yaş biçtiği ve "KNM-ER 1470" olarak adlandırdığı kafatasını antropoloji tarihinin en büyük buluşu gibi tanıtmış ve büyük yankı uyandırmıştı. Australopithecus gibi küçük bir kafatası hacmi olan, ancak insansı bir yüze sahip bulunan canlı, Leakey'e göre, Australopithecus ile insan arasındaki kayıp halkaydı.
 Ancak bir süre sonra anlaşılacaktı ki, KNM-ER 1470 kafatasının bilimsel dergilere kapak olan "insansı" yüzü, gerçekte kafatası parçalarını birleştirirken yapılan -belki de kasıtlı- hataların sonucuydu. İnsan yüzü anatomisi üzerinde çalışmalar yapan Prof. Tim Bromage, 1992 yılında bilgisayar simülasyonları yardımıyla ortaya çıkardığı bu gerçeği şöyle özetler:
  • KNM-ER 1470'in rekonstrüksiyonu yapılırken, yüz, aynı günümüz insanlarında olduğu gibi, kafatasına neredeyse tam paralel bir biçimde inşa edilmişti. Oysa yaptığımız incelemeler, yüzün kafatasına daha eğimli bir biçimde inşa edilmiş olmasını gerektirmektedir. Bu ise aynı Australopithecus'da gördüğümüz maymunsu yüz özelliğini meydana getirir. 154
Bu konuda evrimci paleoantropolog J. E. Cronin de şöyle der:
  • Kaba olarak biçimlendirilmiş yüz, düşük kafatası genişliği ve büyük azı dişler gibi ilkel özellikler, KNM-ER 1470'in Australopithecus ile paylaştığı ilkel özelliklerdir... KNM-ER 1470, diğer erken homo örnekleri gibi, öteki ince yapılı Australopithecus'la birçok yapısal ortak özellik taşır. Bu özellikler, diğer geç homo örneklerinde (yani Homo erectus'ta) bulunmaz. 155
  • Michigan Üniversitesi'nden C. Loring Brace ise çene ve diş yapısı üzerinde yaptığı analizlerde 1470 kafatası hakkında yine aynı sonuca varmıştır: "Çenenin büyüklüğü ve azı dişlerinin kapladığı yerin genişliği, ER 1470'in tam anlamıyla bir Australopithecus yüz ve dişlerine sahip olduğunu göstermektedir." 156
  • KNM-ER 1470 üzerinde en az Leakey kadar incelemede bulunmuş olan John Hopkins Üniversitesi paleoantropoloğu Prof. Alan Walker da, bu canlının Homo erectus ya da Homo rudolfensis gibi bir "homo" yani insan türüne dahil edilmemesi, aksine Australopithecus sınıfına sokulması gerektiğini savunmaktadır. 157
Kısacası, Australopithecus ile Homo erectus arasında bir geçiş formu gibi gösterilmeye çalışılan Homo habilis ya da Homo rudolfensis gibi sınıflamalar tamamen hayalidir. Bu canlılar bugün çoğu araştırmacının kabul ettiği gibi, Australopithecus serisinin birer üyesidirler. Bütün anatomik özellikleri, bu canlıların birer maymun türü olduklarını göstermektedir.
Birer maymun olan bu yaratıklardan sonra ise gerçek "homo" yani insan fosilleri gelmektedir.

154- Tim Bromage, New Scientist, cilt 133, 1992, s. 38-41
155- J. E. Cronin, N. T. Boaz, C. B. Stringer, Y. Rak, "Tempo and Mode in Hominid Evolution", Nature, cilt 292, 1981, s. 113-122
156- C. L. Brace, H. Nelson, N. Korn, M. L. Brace, Atlas of Human Evolution, 2.b. New York: Rinehart and Wilson, 1979

157- Alan Walker, Scientific American, vol 239 (2), 1978, s. 54
http://fosiller.com/index.php?option=com_content&view=article&id=1379:homo-rudolfensis-hakkindaki-yanilgi&catid=39:evrim-nedir&Itemid=141

Taş Devri Hiç Yaşanmadı: Taş Taşla Yontulmaz

Evrimci tarih anlayışına göre insanlık tarihi, insanın sözde evrimine paralel olarak çeşitli dönemlere ayrılarak incelenir. Pek çoğunuzun okul yıllarında ya da çeşitli gazete ve televizyon haberlerinde duymaya alışık olduğu taş devri, yontma taş devri, cilalı taş devri, bronz çağı, demir çağı gibi hayali kavramlar söz konusu evrimci kronolojinin önemli parçalarıdır. Çoğu insan bu hayali tabloyu hiç düşünmeden kabul eder ve insanlığın bir zamanlar sadece kaba taş aletler kullanılan, medeniyet ve teknolojinin bilinmediği bir dönem yaşadığını sanır.
Oysa arkeolojik bulgular ve bilimsel veriler incelendiğinde ortaya çok daha farklı bir tablo çıkar. Geçmişten günümüze kalan izler, insanların, tarihin her döneminde kültürleriyle ve sosyal yaşamlarıyla medeni bir hayat sürdüklerini göstermektedir. Arkeolojik kazılarda bulunan aletler, dikiş iğneleri, flüt kalıntıları, süs eşyaları, dekorasyon malzemeleri, geçmiş insanların kültürel olarak gelişmiş bir yaşam sürdüklerinin göstergelerindendir.
 Bundan yüz binlerce yıl önce de tıpkı günümüzdeki gibi, insanlar evlerinde yaşıyor, tarımla uğraşıyor, alışverişlerini yapıyor, tekstil ürünleri meydana getiriyor, yemeklerini yiyor, akraba ziyaretlerine gidiyor, müzikle ilgileniyor, resim yapıyor, hastalıkları tedavi ediyor, ibadetlerini yerine getiriyor kısaca normal günlük hayatlarını yaşıyorlardı.
Elbette tarih boyunca bir yanda medeni bir yaşam süren insanlar varken bir yanda da daha basit ve ilkel koşullarda yaşayan toplumlar var olmuştur. Ancak bu, insanlık tarihinin sözde evrimine delil teşkil edecek bir durum değildir. Zira günümüzde de dünyanın bir köşesinde uzaya araç gönderilirken, bir diğer köşesinde insanlar henüz elektriğin varlığını dahi bilmemektedir. Ama bu durum ne uzay aracını yapanların zihinsel ve fiziksel olarak daha gelişmiş sözde evrim sürecinde ilerlemiş, ne de diğerlerinin daha geri sözde hala maymun insanlara daha yakın  olduklarını göstermez. Bunlar sadece kültür ve medeniyet farklılığının göstergeleridir, kültürel bir evrim yaşandığının değil.

İnsanlara Ait Kulübeler ve Ayak İzleri

Şimdiye kadar ele geçen pek çok bulgu, Homo sapiens'in tarihinin 800 bin yıldan bile çok daha eski olduğunu gösteriyordu. Bunlardan birisi, yine Louis Leakey'nin 1970'lerin başında Olduvai Gorge'daki bulgularıydı. Leakey buradaki Bed II katmanında Australopithecus, Homo habilis ve Homo erectus türlerinin aynı anda birarada yaşadıklarını tespit etmişti. Ancak bundan da ilginç olan, Leakey'in aynı katmanda (Bed II) bulduğu bir yapıydı. Leakey, burada, taştan yapılmış bir kulübenin kalıntılarını bulmuştu. Olayın en garip yönü ise, Afrika'nın bazı bölgelerinde hala kullanılan bu yapıların sadece Homo sapiensler tarafından yapılmış olabileceğiydi! Yani, Leakey'nin bulgularına göre, Australopithecus, Homo habilis, Homo erectus ve günümüz insanı, bundan yaklaşık 1.7 milyon yıl önce birarada yaşamış olmalıydılar. 175
Bu gerçek, elbette, günümüz insanlarının Australopithecus olarak tanımlanan maymunlardan evrimleştiğini öne süren evrim teorisini kesin biçimde geçersiz kılıyordu.
Aslında şimdiye dek günümüz insanlarının izlerini 1.7 milyon yıldan bile daha geriye götüren bulgular ele geçti. Bu bulguların en önemlisi, Mary Leakey tarafından 1977 yılında Tanzanya'nın Laetoli bölgesinde bulunan ayak izleriydi. Bu izler, 3.6 milyon yıl yaşında olduğu hesaplanan bir tabakanın üzerindeydi ve en önemlisi, günümüz insanının bırakacağı ayak izlerinden tamamen farksızdı.
Mary Leakey'in bulduğu bu ayak izleri daha sonra Don Johanson ve Tim White gibi ünlü paleoantropologlar tarafından da incelendi. Varılan sonuçlar aynıydı. White şöyle yazıyordu:
  • Hiç kuşkunuz olmasın... Bunlar günümüz insanının ayak izlerinden tamamen farksız. Eğer bu izler bugün bir California plajında olsalardı ve bir çocuğa bunların ne olduğu sorulsaydı, hiç tereddüt etmeden burada bir insanın yürüdüğünü söylerdi. Bunları, kumsalda yer alan diğer yüzlerce insan ayak izinden ayırt edemezdi. Dahası, siz de ayırt edemezdiniz. 176
Kuzey California Üniversitesi'nden Louis Robins ise ayak izlerini inceledikten sonra şöyle diyordu:
  • Ayağın kemeri yüksektir, ufak olan kişinin ayak kemeri benimkisinden bile daha yüksektir, yani parmaklar insan parmaklarıyla aynı şekilde yeri kavramaktadırlar. Bunu başka hayvan formlarında göremezsiniz. 177

Ayak izlerinin morfolojik yapısı üzerinde yapılan incelemeler, bunun bir insan, hem de günümüz insanı (Homo sapiens) izi olarak kabul edilmesi gerektiğini tekrar tekrar gösteriyordu. İzleri inceleyen Russell Tuttle, şöyle yazıyordu:
  • Bu izler, çıplak ayaklı bir Homo sapiens tarafından bırakılmış olmalıdır... Yapılan tüm morfolojik incelemeler, bu izleri bırakan canlının ayağının, günümüz insanlarınkinden farklı olmadığını göstermektedir. 178
Tarafsız incelemeler, ayak izlerinin gerçek sahiplerini de tanımladı: Ortada, 10 yaşındaki bir insanın 20 tane ve daha küçük yaşta birinin de 27 tane fosilleşmiş ayak izi vardı. Ve bunlar, kesinlikle, bizim gibi normal insanlardı.

Bu durum, Laetoli izlerini on yıllar boyu tartışma konusu haline getirdi. Evrimci paleoantropologlar, insanın 3.6 milyon yıl önce yeryüzünde yürüyebildiğini kabul edememenin sıkıntısı içinde, bir açıklama yapmaya çalıştılar. 90'lı yıllarda bu "açıklama" şekillendi. Evrimciler bu izlerin bir Australopithecus tarafından bırakılmış olması gerektiğine karar verdiler; çünkü bundan 3.6 milyon yıl önce bir homo türünün yaşamış olması -teorilerine göre- mümkün değildi! Russell Tuttle, 1990 tarihli bir makalesinde şöyle yazıyordu:
  • Sonuçta, Laetoli G bölgesindeki 3.5 milyon yıllık ayak izleri bugünkü günümüz insanlarının izlerine çok benzemektedir. Bulgu, bu izleri bırakan canlıların bizden daha kötü ya da farklı yürüyen bir canlı olduğunu göstermemektedir. Eğer bu izler bu kadar eski olmasalardı, bunların da bizim gibi bir homo türü tarafından bırakıldıklarını hiç tartışmasız kabul edebilirdik... Ama yaş sorunu nedeniyle, bu izlerin Lucy fosili ile aynı türe, yani Australopithecus afarensis türüne ait bir canlı tarafından bırakıldığı varsayımını kabul etmek durumundayız. 179
Kısacası, 3.6 milyon yıl yaşında olduğu söylenen bu ayak izlerinin Australopithecus'a ait olması imkansızdı. Ayak izlerinin Australopithecus tarafından yapıldığının düşünülmesinin nedeni ise sadece, fosillerin bulunduğu ve 3.6 milyon yıl yaş biçilen volkanik tabakaydı. Bu kadar eski bir tarihte insanların yaşamış olamayacağı düşünülerek, izler Australopithecus'a atfedilmişti.

Laetoli izleri hakkında yapılan bu yorumlar, bizlere çok önemli bir gerçeği göstermektedir. Evrimciler, teorilerini bilimsel bulgulara dayanarak değil, bilimsel bulgulara rağmen savunmaktadırlar! Ortada ne olursa olsun, körü körüne savunulan bir teori vardır ve ele geçirilen her aleyhte bulgu, bu teoriye uydurulmak için çarpıtılmakta ya da görmezden gelinmektedir.
Kısacası, evrim teorisi bilim değildir. Bilime rağmen yaşatılan bir dogmadır.
175- A. J. Kelso, Physical Anthropology, 1.b., 1970, ss. 221; M. D. Leakey, Olduvai Gorge, cilt 3, Cambridge: Cambridge University Press, 1971, s. 272
176- D. C. Johanson & M. A. Edey, Lucy: The Beginnings of Humankind, New York: Simon & Schuster, 1981, s. 250
177- Science News, cilt 115, 1979, s. 196-197
178- I. Anderson, New Scientist, cilt 98, 1983, s. 373.
179- R. H. Tuttle, Natural History, Mart 1990, s. 61-64


http://fosiller.com/index.php?option=com_content&view=article&id=1382:insanlara-ait-kulubeler-ve-ayak-izleri&catid=39:evrim-nedir&Itemid=141

1.5 Milyon Yıllık Ayak İzleri Hayali Evrime Yepyeni, Sarsıcı, Şiddetli Bir Darbedir

21. yüzyıl Darwinizm’in çöküşünün ilan edildiği yüzyıldır. Darwinizm’in çöküşünü ilan eden 100 milyon fosilin deşifre edilmesinin   ardından teoriye en büyük darbe yeni bulunan bir insan ayak izi fosilidir. Bu fosil, günümüz insanının, Darwinistlerin tüm iddialarının aksine, 1.5 MİLYON YIL ÖNCE YAŞAMAKTA OLDUĞUNU GÖSTERMEKTEDİR. Kenya’da bulunan fosil, fosili bulan Darwinist bilim adamlarının ortak kanaati ile, GÜNÜMÜZ İNSANINDAN FARKSIZDIR. Birden fazla bulunan ayak izleri arasında bir çocuğa ait olan bir ayak izi de yer almaktadır. Science dergisine ve ardından Reuters, BBC News gibi haber kanallarına konu olan ayak izi ise; ayak izinin büyüklüğü, parmak aralarındaki boşluklar ve toprağa derinliği dikkate alınarak yapılan ölçümlere göre 1.79-1.80 boylarında bir insana aittir. Aynı ölçümlerden ağırlık, adım uzunluğu ve yürüyüş şekli de anlaşılabilmektedir. AYAK İZİ ÜZERİNDE YAPILAN TÜM BU ÖLÇÜMLER, GÜNÜMÜZ İNSANI İLE AYNI ORANLARI VERMİŞTİR.(Footprints show human ancestor with modern stride)
Yine ayak izlerinden anlaşıldığı kadarıyla bu kişinin baş parmağı, GÜNÜMÜZ İNSANLARINDA OLDUĞU GİBİ, diğer parmaklarla paralel uzanmaktadır. Bu izlerde yine GÜNÜMÜZ İNSANINA ÖZGÜ ayak kemeri bulunmakta ve kısa parmaklar DİK DURUŞU KESİN OLARAK BELGELEMEKTEDİR.(Footprints show human ancestor with modern stride)
Araştırmacılardan Güney Afrika Cape Town Üniversitesi arkeologlarından David Braun fosil ile ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır:
  •  “Bu şeyleri çıkarmak ve kazı alanının hemen yanında, bir tür ıslak tortuda, 20 dakika önce kendinizin bırakmış olabileceği bir ize önemli ölçüde benzer görünümde birşeyi birdenbire görmek ürperti verici bir şeydi.” 
Braun şöyle devam etmiştir:
  • “Bunlar rahatlıkla bugün sahilde oluşmuş olabilirdi.” 
Darwinist bilim adamlarının, Darwinist yayınların açıkça itiraf ettiği bu gerçek inkar edilebilecek gibi değildir. Darwinistler, şimdiye dek, günümüz insanlarının 200.000 yıl önce ortaya çıktığını iddia ederek insan için hayali bir evrim senaryosu uydurmuş ve bunun üzerine spekülasyonlar yapmışlardır. Ancak bulunan ayak izi, 1.5 milyon yıllık tarihi ile, tüm Darwinist spekülasyonları ortadan kaldıracak güçtedir. Darwinizm’i yıkan milyonlarca fosil vardır. Ancak açıkça görüldüğü gibi, tek bir tanesi bile bu köhne teoriyi kurutup giderme gücüne fazlasıyla sahiptir.

Darwinistler Artık Homo Erectus Aldatmacalarına Son Vermelidirler

Darwinist yayınların bazıları, bu kesin, açık ve mükemmel gerçeğe karşın, yine gelenek haline getirdikleri evrim propagandasını sürdürmeyi ihmal etmemişlerdir. Ve bu ayak izlerinin homo Erectus’a ait olduğunu iddia etmişlerdir. OYSA BU BİR YALANDIR.

Homo Erectus hikayesi, Darwinistlerin insanın hayali evrimi için uydurdukları düzmece sıralamanın gerektirdiği bir sahte halkadır. Darwinistler, tam anlamıyla bir maymun soyu olan Austrolapitecusları bu hayali düzeneğe yerleştirmiş, insanla maymun arasına da günümüz insanından hiçbir farkı olmayan homo Erectusları yerleştirerek yıllarca insanları aldatmışlardır.

Evrimcilerin Homo erectus'u "ilkel" saymaktaki en önemli dayanakları ise, kafatası hacminin (900-1100 cc.) günümüz insanının ortalamasından küçüklüğü ve kalın kaş çıkıntılarıdır. Oysa bugün de dünyada Homo erectus'la aynı kafatası ortalamasında pek çok insan yaşamaktadır (örneğin pigmeler) ve bugün de çeşitli ırklarda kaş çıkıntıları vardır (örneğin Avusturalya yerlileri Aborijinler'de). Ve bilindiği gibi zeka, beyin hacmine göre değil, beynin kendi içindeki organizasyonunu göre değişir. Dolayısıyla bu özellikler öne sürülerek homo Erectus’lara “ilkel” yakıştırmasının yapılması mümkün değildir.

Buradaki örnekte ise, okuyucuların Darwinist propaganda ile karşı karşıya oldukları açıktır. Eldeki fosil bir ayak izidir. Ayak izinden canlının yukarıda bahsettiğimiz temel özellikleri anlaşılmakta ve bize önemli bilgiler vermektedir. Fakat bu izden, söz konusu insanın kafatası hacminin veya kalın kaş çıkıntılarının belirlenmesi mümkün değildir. Zaten biraz önce de belirttiğimiz gibi, canlı söz konusu özelliklere sahip olmuş olsa bile, bu durum onun günümüz insanından farklı olduğunu göstermeyecektir. Yalnızca günümüzde yaşayan ırklardan biri ile aynı özellikte olduğunu gösterecektir, o kadar.

Homo Erectus hikayesi bugün Darwinistlerin bile savunamadıkları köhne bir iddiadır. İnsanın evrimi hikayesinin bir yalan olduğuna dair böylesine önemli bir ayak izi fosilinde bile bu büyük yalanın ortaya atılması, okuyucuları ve bilim insanlarını küçük görmektir, onlara yöneltilmiş ağır bir ithamdır. Darwinizm’i yenilgiye uğratan bilimsel deliller, artık defalarca karşılaştığımız aynı sahte yöntemlerle bertaraf edilemeyecektir.

Sonuç:

Darwinistlerin ısrarla saklamaya çalıştıkları Yaratılışı ispat eden 100 milyon fosilin ortaya çıkarılması ile başlayan süreç, bugün gitgide hızlanarak devam etmektedir. Darwinistlerin sahte kafatasları sergileyerek yıllarca insanlara telkin etmeye çalıştıkları insanın evrimi senaryosu, hayranlık verici bir yenilgi ile son bulmuştur. Onlara, insan da dahil hiçbir canlının değişmediğini, inkar edemeyecekleri şekilde göstermiştir. Darwinist bilim adamları, Darwinist yayınlarda bunu kendi kalemleriyle itiraf etmişlerdir.  BU, DARWİNİZM’İN KAÇINILMAZ SONUDUR.

İskeletteki Mükemmel Yaratılış ve Evrimcilerin Çarpık Mantığı

İskelet, son derece detaylı anatomik yapıların birbiriyle mükemmel uyumu ve işbirliği vesilesiyle insanın hareket sistemine payanda sağlar. Bunu mükemmel bir şekilde yapar çünkü hem son derece esnek hem de bir o kadar sağlam bir yapıdır. Yaklaşık 200 kemikten meydana gelen iskelet, vücudun çok yönlü hareketini en etkin bir şekilde mümkün kılacak noktalarda eklemlerle donatılmıştır. Bu eklemler kendi içlerinde de son derece komplekstirler. Örneğin dizlerde, hem sürtünmeyi önleyen hem de bakterilerin saldırılarını önleyen kayganlaştırıcı sıvılar bulunur.Geo dergisinin Kasım 2005 sayısında “Sistemin Payandası” başlığıyla yayınlanan bir yazı, iskeletteki yaratılış gerçeğini bir kez daha gözler önüne serdi. Henning Engeln tarafından hazırlanan yazıda, kafatasından ayak kemerine kadar çeşitli kemik tiplerinin yapı ve organizasyonu hakkında bilgiler sunuldu, insanı hayrete düşüren ayarlamalar ard arda sıralandı. Yazıda, iskeletteki mükemmel organizasyon şu sözlerle anlatılıyordu:
  • “Yaklaşık 200 ayrı kemikten oluşan insan iskeletinde, elastiki bir koruyucu doku olan kıkırdak tabakası sayesinde eklemler, kirişler ve kaslar birlikte hareket eder. İslekette yassı kemikler (kafatası kemikleri, kaburgalar, göğüs kemiği veya kürek kemiği gibi), uzun kemikler (kollar ve bacaklar gibi), kısa kemikler (bilek) ve omur gibi düzensiz kemikler bulunur. Köprücük ve kürek kemiklerinden oluşan omuz bölgesi, kas ve kirişlerle iskelet gövdesine bağlandığından fazlasıyla esnektir. Yuvarlak bir eklem olan omuz eklemiyle pazı kemiğine bağlanır. Bu yapı burkulma ve lif kopması gibi yaralanmalara meyilli olan kollara büyük hareket olanağı sağlar. 12 çift kaburgadan oluşan göğüs kafesinin hacmi, nefes alıp verme işlemi sırasında, burada bulunan diyafram gibi kasların da yardımıyla değişir. Omurga, kalça ve diz eklemleri dik durmamızı ve ayaktayken vücut ağırlığını taşımamızı sağladıklarından çok güçlüdür. Ancak yüksek oranda aşınmaya maruz kaldıklarında ilerleyen yaşla birlikte sıkça, özellikle kalça bölgesinde, rahatsızlıklara neden olurlar. Vücudun en büyük eklemi olan diz ekleminin önünde diz kapağı yer alır. Diz kapağı, bacak gerildiğinde uyluktaki kas gücünü kuvvetli kirişler ve bağlar üzerinden baldıra aktararak insanın koşmasına yardımcı olur”.
İnsan iskeletini meydana getiren kemikler, oldukça hafif olmalarına rağmen son derce güçlü yapıda olmalarıyla insanın hareket kabiliyetini ve direncini yüksek seviyede tutan bir rol oynarlar:
  • “İnsan kemiğinin malzemesinin döküm demirden aşağı kalır yanı yoktur, granitten iki kat serttir. Ancak iskelet toplam vücut ağırlığının sadece yüzde 12’sini teşkil eder. 50 kiloluk bir insanın kemikleri sadece altı kg ağırlığındadır. Dış kemik, Havers adı verilen minik kanallar ile bunları örten yuvarlak uçlardan oluşur. Yuvarlak uçların yoğun dokusuna karşın, kemikler son derece hafif ve esnek yapılardır.
Kemikler sadece vücudu desteklemekle kalmaz, kalsiyum ve fosfat gibi mineraller için depo işlevi de görür. Ortasında, tüm kan hücrelerinin oluşturduğu kırmızı ilik için boşluklar bulunur. İlik dokusu her gün beş milyar kadar yeni kan hücresi üretir. Bu yağlı dokuda hücrelerimize oksijen taşıyan alyuvarlar (eritrosit), birbirine yapışıp pıhtılaşmayı sağlayan trombositler ve bağışıklık sistemini ayakta tutan akyuvarlar (lökosit) oluşur. Kemiğin iç tabakasının yapısı süngeri andırır. Kirişlerden örülmüş bir ağ olan bu tabaka boşluklarla doludur, ancak basınç ve çekme sonucu maruz kaldığı kuvveti en uygun biçimde ileterek yapıya sağlamlık katar.

Kemikler teker teker eklemler, kirişler, bağlar ve kaslar sayesinde birbirine bağlanarak hareket eder. En büyük eklem  olan diz eklemi, “gerçek” bir eklemdir. Kemiklerin birleşme yerleri olan uç noktalarının birçok yönde hareket edebilmesi, elastiki bir koruyucu doku olan düz kıkırdak tabakası sayesinde mümkündür. Buna karşılık omurga gibi “gerçek eklem olmayanlar” birbiriyle dokuyla bağlıdır ve hareket kapasiteleri bir hayli sınırlıdır”.

İnsan iskeletinin en mükemmel  parçalarından biri de kuşkusuz ayaklardır. Ayaklar, vücudun tüm ağırlığının bindiği seviyede bulunur, dolayısıyla yapıları hareketlerimizi kolaylaştırma veya zorlaştırma açısından kritik önem teşkil eder. Ayaklar, mühendislerin otomobillerde tasarladığı amortisörler gibi görev gören kemere sahiptir. Böylece ağırlığımızı mükemmel bir şekilde taşıyabilirler:
  • “İnsan ayağı yürüyüş sırasında topuktan başlayarak, ayak tabanının dış kısmının üzerinden ayak parmaklarına uzanan bir rota izler. İnsanda tipik olarak kubbemsi bir şekle sahip ayak kemeri, ender olarak iki ayak üzerinde yürüyen şempanzelerde daha basıktır. Kemer, yürüyüş sırasında esneyerek, engebeli yüzeylerde amortisör vazifesi görür. Kemeri destekleyerek koruyan küçük kaslar, büyük ölçüde kaslara bağlanan kirişlerin kontrolü altındadır. Kirişler ve kasların zayıflaması halinde çökme hatta düztaban olma riski başgösterir”.
Evrimcilerin çarpık mantığı

Yazı, insan vücudundaki mükemmel yaratılışın kanıtlarını sergilemenin yanı sıra evrimcilerin karakterinde gizlemeye çalıştıkları bir özelliklerini de yüzeye çıkarmaktadır. Bu özellik, hiçbir bilimsel kanıtla desteklenmeyen evrim teorisine pozitif anlamda inanmamaları, evrimi sadece vicdanlarında bildikleri yaratılış gerçeğini örtmede bir örtü olarak kullandıkları için tercih etmeleridir.

Nitekim makalenin yazarı Eigen’in anlatımına bakıldığında Allah’ın yaratmasını açıkça gördüğü kolayca anlaşılmaktadır. İnsandaki mükemmelliklerin kendisine “bahşedildiğini” açıkça dile getirmiştir:
  • “Oynak olmasına karşın statik açıdan mükemmel bir ahenge sahip olan iskelet, insan organizmasına destek olarak bahşedilmiştir.”
Zaten biraz akıl sahibi bir insanın, insan vücudundaki mükemmellikleri yazıya döküp de tüm bu ayarlamaların ona bahşedildiği sonucuna varmaması olası değildir. Evrimciler, Allah’ın yaratmasını vicdanlarında açıkça bilmektedirler.

Ancak evrimciler bilimsel kanıtlarıyla açıkça gördükleri, vicdanlarında bildikleri, kabul ettikleri bu gerçeği bir türlü dile getirmemektedirler. Eigen de insan iskeletindeki hassas ayarlamaları, mükemmellikleri çok çarpıcı bir şekilde anlatmakta, bunların insana “bahşedildiğini” vurgulamakta, ancak Allah’ın adını yine anmamakta, insan iskeletinin evrim sürecinde maymunsu formdan geliştiği masalına başvurmaktadır.

Ortada evrimciler adına çok ilginç bir durum söz konusudur. İnsandaki bu mükemmel vücut yapısının evrimle ortaya çıktığı inancı hiçbir şekilde bilimsel kanıtlarla desteklenmemektedir. Evrimciler bu iddialarının bilimsel kanıtı olmadığını defalarca itiraf etmişlerdir. Örneğin evrimci paleoantropolog Elaine Morgan şu itirafta bulunur:
  • İnsanlarla (insanın evrimiyle) ilgili en önemli dört sır şunlardır: 1) Neden iki ayak üzerinde yürüdüler? 2) Neden vücutlarındaki yoğun kılları kaybettiler? 3) Neden bu denli büyük beyinler geliştirdiler? 4) Neden konuşmayı öğrendiler?
  • Bu sorulara verilecek standart cevaplar şöyledir: 1) Henüz bilmiyoruz. 2) Henüz bilmiyoruz. 3) Henüz bilmiyoruz. 4) Henüz bilmiyoruz. Sorular çok daha artırılabilir, ama cevapların tekdüzeliği hiç değişmeyecektir. 1

Tüm bunların insana bahşedilmiş mükemmellikler olduğunu yazan Eigen’in kendisi de paralel bir itiraf yapmaktadır:
  • Dik bir yürüyüş yolunda atılan ilk ve ayırt edici adımların, insanları maymunsu akrabalarından ayıran silsilenin miladı olduğu giderek daha iyi anlaşılıyor. Gerçi araştırmacılar bu yeni hareket şeklinin hangi çevresel etkenlerden kaynaklandığı (yoğun ormanlık bölgelerin kıyısında yaşadıklarından mı?), tam olarak nasıl gerçekleştiği (dik vaziyette bir ağaç grubundan diğerine koşarak mı?) ve neden (ellerinde bir şeyleri taşımak için mi?) konusundaki tartışmalarını hala sürdürüyor. 2
Açıktır ki, “henüz bilmiyoruz”lar, insanın sözde evrimsel kökeni konusunda bir açıklama oluşturmamaktadır. Dolayısıyla evrimciler adına, inançlarını destekleyecek bilimsel bir açıklama yoktur. Bu yüzden Eigen’in, yazısının çeşitli yerlerine serpiştirdiği evrim kavramı, bilimsel olarak içi boş bir kavramdır.  
1. Elaine Morgan, The Scars of Evolution, New York: Oxford University Press, 1994, s. 5
2. Henning Engeln, Sistemin Payandası, Geo, Kasım 2005, s. 72


http://fosiller.com/index.php?option=com_content&view=article&id=1391:iskeletteki-muekemmel-yaratilis-ve-evrimcilerin-carpik-mantigi&catid=39:evrim-nedir&Itemid=141